'Öcalan’ın paradigması dünyaya sürgün veren gür bir ağaca dönüştü' 2024-04-04 09:16:16 ANKARA - PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik komployla sonuç alınıp alınmadığının anlaşılması için 25 yıllık sürece bakılması gerektiğini belirten tutsak Selver Yıldırım, "Öcalan’ın paradigması yenilmek şöyle dursun tüm dünyaya sürgün veren gür bir ağaca dönüştü” dedi.    PKK Lideri Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999 tarihinde küresel güçlerin ortaklığında gerçekleşen uluslararası komployla Türkiye’ye getirilmesinden bu yana İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Cezaevi’nde mutlak tecrit altında tutuluyor. 3 yılı aşkın süredir Abdullah Öcalan ve beraberinde tutulan tutsaklardan hiçbir haber alınamıyor. 3 yılı aşkındır devam eden iletişimsizlik altında tutulan Abdullah Öcalan’a uygulanan tecridin boyutunu ve paradigmasını 4 Nisan vesilesiyle 25 yıldır cezaevinde tutulan Selver Yıldırım ile konuştuk.    Ağır hasta tutsaklar listesinde olan ve Sincan Kadın Cezaevi’nde tutulan Yıldırım’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:   İmralı Cezaevi sisteminde “hukuk” adı altında tanımlanan uygulamaları nasıl yorumlayabiliriz?   ‘Liderdir, her şeye güç getirir’ diye baktığımız için yaşatılan zulmü kanıksıyoruz, şartlarını normalleştiriyoruz. Hukuksuzluk bu kadar güçlü ve bu kadar uzun sürmüş ise bunda bizim bu tavrımızın payı var.   Egemen bir yapı bir halkı, bir grubu kültürel soykırım yoluyla kendisine katmak ya da fiziki soykırım ile kendisi için tehlike olmaktan çıkarmak isterse elbette ona normal hukukun ötesinde, üstünde ‘özel’ bir hukuk uygular. Bizim hukuksuzluk dediğimiz hukuk… Türk devleti de Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt halkına bu her iki soykırım tipini de içeren özel bir hukuku uyguladı. Epey mesafe de kat etti. Tam da sonuç almaya yakın olduğunu düşündüğü anda bu halkın ölmek istemeyen yanı Sayın Öcalan şahsında çığlık çığlığa dile geldi adeta ve yaşama tutundu. Onun, ‘İğne ile kuyu kazmak’ diye nitelediği çabalarıyla ölümcül durum tersine çevrildi. Yüzlerce yıllık Türk devleti geleneği söylendiğine göre tarihinde ilk defa bir isyan karşısında bu kadar çaresiz kaldı. Onu bastırmayı başaramadı. Giderek kendi yenilgisini hatta tükenişini bu isyanda gördü. Bu yüzden büyük zalimliklere, hukuksuzluklara girmekten geri durmadı. En büyük zulmü de isyanın lideri olarak Sayın Öcalan'a uyguladı, uygulamaya devam ediyor. Açıkçası değil yaşamak, bir anlığına empati yaparken bile insanın katlanmakta zorlandığı bir tecrit ve işkence durumu yıllardır sürüyor.    Evet, önderimizdir, çok güçlüdür, inanılmaz direngendir ama sonuçta o da bir bedendir, bir insandır ve bizim gibi canı acıyor. Lider de olsa, etten kemikten bir insan olduğunu fazla unuttuğumuz için, ‘Liderdir, her şeye güç getirir’ diye baktığımız için yaşatılan zulmü kanıksıyoruz, şartlarını normalleştiriyoruz. Hukuksuzluk bu kadar güçlü ve bu kadar uzun sürmüş ise bunda bizim bu tavrımızın payı var. Günü kurtaran, namusu kurtaran çabaların ötesine geçmediğimiz sürece de öyle olacak. Zaten İmralı kapılarını açacak olanın, yoldaşları ile birlikte halkı olduğunu biliyor ve bekliyor.   PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik 9 Ekim ve 15 Şubat komploları ile Ortadoğu'ya bir operasyon başlatıldı. Öcalan bu süreci, Ortadoğu'ya yönelik müdahale öncesinde kendisinin “tasfiye” edilmesi olarak tanımlıyordu. Bugün bu çerçeveden Ortadoğu ve Kürdistan'a baktığımızda komplonun başarıya ulaştığını söyleyebilir miyiz?   Sovyet bloku ile batıdan oluşan çift kutuplu dünya dengesi hem de geleneksel dini, kültürel değerleri nedeniyle Ortadoğu coğrafyası kapitalist sömürüye görece kapalı durumdaydı. Sovyet sisteminin çöküşü, ardından gelen Körfez Savaşı ile bu nispeten korunaklı durum bozuldu. Yeraltı, yerüstü zenginlikleri ve stratejik coğrafik konumu nedeniyle tarihi boyunca sayısız işgal yaşayan Ortadoğu, bu sefer de "BOP" denilen proje ile hem de demokrasi, insan hakları gibi en güzel insanlık değerleri kullanılarak sömürüye açılmak istendi. Süreçler bilindiği için ayrıntıya girmek istemiyorum. Ayrıca kendisini dünyanın tek hakimi ilan eden bir sistem, herhangi bir toprak parçasının kendi hegemonya alanının dışında kalmasına tahammül edemez, etmesi düşünülemez.    Sayın Öcalan'ın önderlik ettiği Kürt Özgürlük Hareketi, temsil ettiği komünal, demokratik değerlerle, üstelik epey de başarılı görünürken, bu amacın önünde engel konumundaydı. Bu yüzden yüzyılın başında yaptıkları anlaşmalarla bıçakladığı Kürt halkını, ikinci kez bıçaklamak anlamına gelen uluslararası komployu gerçekleştirmekten çekinmediler. Komplonun başarıya ulaşıp ulaşmadığı geçen 25 yıllık sürede kimin ne duruma geldiği bakılarak anlaşılabilir. Rojava Devrimi ile kendini kalıcılaştırdı; dünya halkları tarafından daha çok tanınmaya, benimsenmeye, umut olarak görülmeye başlandı. Yenilmek şöyle dursun tüm dünyaya sürgün veren gür bir ağaca dönüştü.    Komplocu ortaklara bakalım bir de; Hepsi ya savaşta ya da savaşın eşiğinde. ABD'nin, Rusya'nın, İsrail'in, AB’nin hali ortada. İç sorunları kriz, dış sorunları savaş üretiyor. Ortadoğu'ya düzen vermeye gelirken kendi düzenlerini kaybettiler ve uzun vadede yenilmekten kurtulamayacaklar. Halkın deyişiyle; dönüp sahibini vuruyor kötülük.   Mutlak tecrit altında, kısıtlı iletişim imkanları ile ortaya koyduğu paradigma ile ezilen, yok sayılan, emekçi ve devletsiz halklar başta olmak üzere birçok kesim tarafından Öcalan’ın düşünceleri mücadele gerekçesi olarak kabul edilmekte. Halkların Öcalan’ı sahiplenmelerinin ana nedeni nedir?   Soruyu iki yönden ele alacağım. Birincisi, Önderlik artık hepimizin macerasına dönüşmüş olan kendi macerasını AİHM’e sunduğu savunmalarında anlatır. Kapitalist Modernite karşısındaki zorlanmaları ile anlam arayışı onu Kürt kimliği ile karşı karşıya getirir. Yani birey olarak kendi sorununu çözmek istiyorsa, önce Kürtlük sorununu çözmelidir. Uzun uğraşlardan sonra yaşanan tıkanmalar onu sorununun dünya sorunlarından ayrı olmadığı noktasında taşır. Eğer Kürtlük özgür yaşanacaksa, dünya halkları da özgürleşmeden olmaz. Böylece evrensel çözümlere ulaşır.    İmralı süreci bu arayış ve ulaşılan çözümlerin doruk noktasıdır ve ‘Üçüncü Doğuş’ olarak tanımlanır.    İkincisi, doğal toplumdan bir sapma olarak tarif edilen ataerkil devletçi sistemin en çığırından çıkmış uç noktası olarak kapitalizmin dünyayı getirdiği hal ortada. Sorunların kördüğüm olmadığı tek bir yaşam alanı ve mekan yok. Ekonomiden ekosisteme, siyasetten ahlaka, kadın sorunundan erkek sorununa, hatta metafizik düşünsel alana kadar kriz yaşanmayan tek yer yok.  Bu kriz durum mentalitesine göre herkes çözüm üretmeye çalışıyor. Geniş bir coğrafyada etkili olan reel-sosyalizm -uzun yıllar insanlık için en büyük umut kaynağı olmuş- tam ve bütünlüklü bir çözüm üretemedi hatta kendisi sorunların parçası, bir kaynağı durumuna düştü. Önderliğin dile getirdiği gibi, burjuva düşünce yapısını aşamadı ve yıkılmaktan kurtulamadı.   50 yılı aşan emeğine elbette müthiş zekası eşlik ediyor. Hakeza tüm insanlığı kendisinde sentezleme noktasına vardıran büyük insanlık sevgisi. Buna tüm canlıları ile birlikte doğayı da eklemek gerekir.     Dünyanın hemen her yerinde çeşitli direniş hareketleri gelişti, ancak köklü ve bütünlüklü çözümler üretilemedi. Bundandır ki özgür halkların önderi Sayın Öcalan'ın zindan koşullarında geliştirdiği perspektifler giderek daha çok dikkat çekmeye başladı. Savunmaları birçok dile çevrildi. Onun bizzat zeminini hazırladığı ve fikirlerinin adeta test edildiği yerde dönüşen Rojava Devrimi de düşüncelerinin daha da dikkatle izlenmesine, benimsenmesine sebep oldu. Ondan önce mücadelenin dağ koşulları (fiziki zorlukları ve gizlilik sorunları nedeniyle) başka insanların gidiş gelişine fazla açık değildi. Rojava Devrimi bu engeli kaldırdı. Dünyanın her yanından insanlar gelip incelemeye başladılar, gittikleri alanlara taşırdılar. Böylece yaya yürüyen tanınma ve büyüme durumu deyim yerindeyse koşmaya başladı. Uçuşa geçmesi de öyle görünüyor ki uzak değil.   Toplumun her kesimi bu fikirlerde kendisini buldu. Çünkü sorunların hem bireyleri, hem grupları ilgilendiren tekil yönleri hem de bu tekilliklerin evrensel boyutları bir bütünlük içinde çözümlendi. Örneğin; kadın sorunu erkek ile, erkek devlet ile, devlet ataerkillik ile, ataerkillik sınıflı uygarlıkla bağ içinde birbirinden ayrıştırılamaz ele alınıyor, aynı yöntemle çözümler üretiliyordu. Böyle olunca kurtuluş ne kadının, ne ulusun, ne sınıfın tek başına birinin öncelikli diğerinin ikincil olduğu değil, hepsinin birlikte ve birbiriyle bağ içindeki kurtuluşu oluyordu. Böyle ki Sayın Öcalan önce birey olarak kendisinin sonra kurup geliştirdiği hareketi dünyanın bir laboratuvarına dönüştürdü. Sorunlar ilk önce onda en şiddetli haliyle yaşandı, acısı çekildi ve çözümü-çaresi geliştirildi. Sonra dışa, topluma taşırıldı. Nietzsche diyor ya, ‘Kanla yazılan ezberlenmek ister.’ Sayın Öcalan, kanı da aşarak kendi deyimiyle hücre hücre kendisini eriterek canıyla yazdı tüm eserini. Bugünlerde bol bol ‘dünya lideri’ çıkıyor. Ucuzca başkalarının emeği üzerine konarak ‘dünya lideri’ olunuyor. Gerçek peygamberlerin çıkış dönemlerinde sahte peygamberlerin çoğalması misali.    Özgür halk önderinin halklar tarafından benimsenmesi, önder olarak görülmeye başlanmasının, düşüncelerinin mücadele vesilesi yapılmasının arkasında böyle bir adanmışlık var. 50 yılı aşan emeğine elbette müthiş zekası eşlik ediyor. Hakeza tüm insanlığı kendisinde sentezleme noktasına vardıran büyük insanlık sevgisi. Buna tüm canlıları ile birlikte doğayı da eklemek gerekir. Biraz romantikleştirerek söylersem: O dünyayı aradı, dünyanın O'na ihtiyacı vardı. Sevgiyle, özlemle hatta ölümüne sahiplenilmesinin sebebi budur.   Atina ve AİHM savunmaları farklı ülke ve üniversitelerde ders konusu yapılırken, Türkiye ise Abdullah Öcalan'a hem fiziksel hem de fikirsel bir tecrit uyguluyor. Bunun altında hangi nedenler yatıyor?   Gelişimler öyle gösteriyor ki dünya üniversiteleri giderek daha fazla önemsemeye, Türk devleti de onurlu ve gerçek bir barışa yanaşmadığı sürece daha fazla korkmaya devam edecek.   Önderliğimizin fikirlerini erkenden anlayıp uygulamak bizim için her zaman bir handikap olmuştur. Fakat bu anlamda durumunun avantaja dönüştüğü bir yer var. Türk Devleti için onun zamanında anlayamamak gerçek bir felaket olmuştur, kendisi için. Sanırım bu fikirleri dar bir aydın kesimin ya da küçük grupların ilgisini çekecek, ötesine geçemeyecek, hele devlete fiske bile vuramayacak entelektüel sayıklamalar olarak gördü. Önemini anlayıp tedbire başvurduğunda ise artık çok geçti.    Özellikle Rojava Devrimi, bu düşünceleri uyguladıklarında ataerkil-devletçi kapitalist sistem için ne kadar tehlikeli olabileceklerini gösterdi. Aslında bir kurnazlığa da değinmem gerekiyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi savunmalarında geliştirilen birçok çözüm önerisini devlet, deyim yerindeyse, çalarak kendisi hayata geçirmek istedi. Zaten iktidarın bu kadar uzun süre ayakta kalmasının en temel sebeplerinden biri de budur. Anladırlar ki atı alan Üsküdar'ı geçecek. Derinden anlayıp uygulama kapasiteleri olmadığından Üsküdar'ı geçemeden çamura saplandılar. Bu yüzden can havliyle kitaplarını yasakladılar, aile ve avukat görüşlerini yıllardır yaptırmıyorlar, telefon görüşmesine izin vermiyorlar, posterleri yasak, hatta ismin önüne kötü bir sıfat ekleyerek söylemezseniz ceza konusu yapıyorlar.    Neyse ki dünya üniversitelerinde kitaplarının ders olarak okutulmasını henüz engelleyecek güçte değiller. Gelişimler öyle gösteriyor ki dünya üniversiteleri giderek daha fazla önemsemeye, Türk devleti de onurlu ve gerçek bir barışa yanaşmadığı sürece daha fazla korkmaya devam edecek.   MA / Dicle Müftüoğlu